1700 METREDE BOL GÜNEŞLİ DENİZ SEVİYESİ: KARŞINIZDA VAN
Etrafını çeviren karlı dağlar, göl demeye bin şahit Van denizi, ortasında Akdamar kilisesi… Otlu peynirler, yağlar, kavurmalar, akşamında bol halay… Urartular, samimi insanlar, kaçak çaylar… Yetmezse kedisi ve en lüksünden Elite World Van oteli… Van, tu, tri, işte karşınızda 3 günlük Van gezisi…

Yılda bir kez ayin yapılmasına izin verilen Akdamar Kilisesi’nin bulunduğu Akdamar adası mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Üzerindeki oymalar adeta bir tarih kitabı gibi kilise zamanında yaşanan olayları, hayvanları ve efsaneleri herkesin anlayacağı dilden anlatıyor. Bizden duymuş olmayın pek çok altın gömülü olduğu da söylentiler arasında. Gel gelelim termal kameralarla izleniyor, öyle kazmayı küreği alıp da gitmeye kalkmayın.
Antalya bir, Van iki…
Başlı başına mistik bir yer Van. Şaşırma garantili…Kışın başında 1700 metre yüksekliğe çıkıyorum diye çantama bir kar pantolonu atıyor, üzerime de bir kar montu geçiriyorum. Elimde çanta, uçaktan Van havalimanına indiğimde beni daha sonra da rehberliğimizi yapacak olan Hakan karşılıyor. Takım elbise, tiril tiril giyinilmiş, sinek kaydı tıraş, elindeyse Özgür Uysal yazılı bir tabela… Etrafıma bakıyorum insanlar gayet üzerlerinde baharlık gibi kıyafetler, arabalarına biniyorlar. Bense üzerimde kar montuyla aralarında astronot gibi kalıyorum. “Olsun” diyorum kendi kendime, Van’a gelmek benim için küçük ama Cosmo için büyük bir adım. Hakan’a yakınmadan edemiyorum tabi, “Ben çok daha soğuk sanıyordum buraları.” Gülerek cevap veriyor. “Daha dün kar düştü buralara, dağların üstü karlıdır. Ancak öyle soğuk olmaz burası. Van, Antalya’dan sonra Türkiye’nin en çok güneş alan yeri.”
Ete doymanın reçetesi…
10 dakika içerisinde otele gidiyoruz. Elite World Van otelin ismi. Taksim’deki şubesinden biliyorum ne kadar ismi gibi elit olduğunu ancak Van’da böylesine bir 5 yıldızlı otel yapmak hakikaten cesaret işi. İçeriye adım attığım anda kendimi Van’dan geçen ipek yolunda 2014’ün kervansarayına girmiş gibi hissediyorum. Etrafta emin adımlarla koşuşturan onlarca personel, güzel giyimli insanlar, özenle yapılmış bir dekorasyon… Eşyaları odaya atar atmaz bizi geziye davet eden dünya şekeri Burçin Hanım’la birlikte otelin en üstündeki Tepe Ocakbaşı Restoran’a çıkıyoruz. Otelin yönetim kadrosu Serap ve Emine Hanımlar’la, Özkan ve Gürkan Beyler de bize eşlik ediyor. Tam takım masaya oturuyoruz. Tüm Avrupai imajın altında genetikten gelen Anadolu geleneği bir anda çıkıyor ortaya ve garsona “Masayı donatalım. Tüm etlerden ufak ufak getirelim” deniliyor. Little, little, into the middle ama öyle böyle değil. Pirzolası, adanası, içli köftesi, çorbası… Önce gözümüz sonra karnımız doyuyor. “Bu yediklerimiz etse, öyle son kullanma tarihine bakarak aldığımız şeyler ne?” diye soramadan 10. kattan Van’ın manzarasına bakarak, canlı çalan kanunlu, sazlı fasıla bırakıyoruz kendimizi.

Artos Dağı
Ani kar, kaçak çay, selamı esirgemeyen insanlar…
Ertesi gün sabah erkenden kalkmak gerekiyor. E orası Türkiye’nin doğusu. Biz batı saatine göre yaşıyoruz ama orada havayı en geç 15:30’da karartıyoruz. Sabah 06:30’da kahvaltıya inmeden kendimi sokağa atıyorum biraz turlamak için. Hava günlük güneşlik. Odanın penceresinden Artos dağının yamacında beyaz bir şapka… Ben de aşağıya iner inmez bir bere bir de eldiven alıyorum kepenklerini yeni açan esnaftan. Metropole o kadar alışmışım ki yolda insanların durup birbirine selam vermesini sanki başka gezegendeymiş gibi karşılıyorum. Hz. Ömer Camii’nin önündeki parkta kısa bir oturmanın ardından, Van Gölü’nün meşhur yalnız kovboyu İnci Kefali heykelinin oradan dönüp otelin de üzerinde bulunduğu, Van’ın en işlek caddesi Kazım Karabekir Caddesi’ne (Eski adıyla Maraş Caddesi) yöneliyorum. Yol üzerinde, “Kaçak çay bulunur” yazan ilk çay ocağında oturup hem ısınmak hem de bu yıl ilk defa gördüğüm karı seyretmek için mola veriyorum. Kısa bir serpiyor kar Van’ın şehir merkezine kendini ardından kesiyor. Ben de açlık bastırmışken hızlı adımlarla otelin restoranına gidiyorum.

Van Gölü
Ah Tamara! Doyamadık serpme kahvaltıya…
Van’ın kahvaltısı meşhur onu biliyoruz. Ancak otelin kahvaltısı daha bir meşhur olmalı. Kavutlar, kavurmalar, otlu peynirler, yağlar, ballar havalarda uçuşuyor. Serpme kahvaltı diyorlar ama bana kalırsa serpme değil, sağanak yağış… “Akdamar’a gideceğiz oralar biraz eser” diyorlar, daha bir yükleniyorum pidelere, yumurtalara… Ardından düşüyoruz yollara. Hedef Van Gölü, ardından Ermeniler’in hacı olmak için geldikleri Akdamar Kilisesi ve Van Kalesi… Göl filan değil orası, üzerinde adalar filan aslında Marmara Denizi’nin kuzeni kendisi… Suyu da şifalı mı şifalı. Sodalı diyorlar, elinize yüzünüze sürüyorsunuz cilt bakımı gibi geriyor tüm deriyi. Toniklere o kadar para vereceğine şişe şişe yanında götürmeli insan. Kendime Türk mantığıyla bir ticari hayal kurduktan sonra Akdamar adasında bulunan kiliseye gidiyoruz. tekneyle. Tüm üzeri işlemeler, tepesinde kubbeler tam bir taş oymacılığı başyapıtı. Adanın ve kilisenin isminin geldiği hikaye de daha bir anlamlı kılıyor burayı. Ermeni bir prenses ile müslüman bir çobanın aşkı… Rivayete göre bu iki ayrı dünyanın insanı o kadar aşıklarmış ki birbirine, bizim prenses her akşam bir fener yakar adadan, çoban da ışığı takip ederek yüzermiş aşkına doğru. Bir gün prensesin babası olan keşiş bu durumu fark etmiş. Bol dalgalı bir günde adanın dört bir yanına fener yakmış. Bizim garip çoban yüzmeye başlamış ama bir o ışığa, bir öteki ışığa fark etmemiş işin içinde bir oyun olduğunu. Sonunda gücü tükenmiş ve boğulmuş. Tam suyun dibine gömülmeden önce de bizim prensesin ismini haykırmış: “Ah Tamara!!” İşte o gün bugündür adanın ismi Akdamar kalmış.

Van Kedisi
Kalesi, kedisi, kilimi…
Dönüşte gün batmadan Van Kalesi’ne gidiyoruz. Gökyüzü başlı başına bir tablo. Bulutlar sanki çizilmiş gibi. İlk durağımız bir Urartu Kilim Evi. Ressam demişken, Picasso’nun ünlü bir sözü var: “Benim resimlerim kadar güzel bir şey arıyorsanız o da kilimlerdir.” Meraklısı bilir ama bilmeyene uzaktan hepsi aynı gelir. Aslında o kilimlerin ta Urartular zamanından gelen bir kültürü var. Üzerlerindeki desenlerin ise her birinin bir anlamı. Kimisi üzüntüyü anlatıyor, kimisi gücü ve kudreti… Biraz araştırırsa insan, o her biri tek tek dokunan desenlerde zanaatçının tüm iç dünyasını okumayı öğreniyor. Bir de hemen Van Kalesi’nin karşısındaki Kedi Bakım Evi’ndeki Van kedilerinin iç dünyası var tabi… Mıncıklamaya doyamıyor insan, bir sürü bembeyaz, mavi, yeşil gözleriyle size bakıyorlar camekanın ardından. Karşıda ise Van Kalesi, üzerinde Türkiye’nin en yüksek noktadaki minaresiyle Süleymanağa Camii… Güneş üzerlerini sıyırarak batarken biz de Elite World Otel’de spa, sauna, masaj derken kulak memesi kıvamına gelmek üzere yola koyuluyoruz.

Şelalesi, asma köprüsü, vadisiyle tam bir cennet köşesi. Özellikle bahar aylarında nehrin debisi yüksek olduğunda insana Leonardo di Caprio’nun Beach filminden bir kare sunuyor.
Halaylı geceler ve dönüş…
Yemekten sonra Serap Hanım bizi kolumuzdan tuttuğu gibi Van’ın gece eğlencesine götürüyor. Öyle “Van” deyip geçmeyin. Otelin altında bir bar var ismi “One Bar.” İçerideki Tünel grubu ise bir Duman çalıyor, bir Ankara havası… Yetmiyor halayı da cabası… Çok eğlenceliler, tavsiye edilir. Bir de Halay Bar var. İçeride bir sürü kadın ve erkek. Önce türkülerle başlıyor gece, ardından solist soruyor, “Halaya geçelim mi?” diye. Bir başlıyor davul, orada oturan ne kadar insan varsa 50 metrekarelik dans alanında iç içe geçen çemberler oluşturuyorlar. Çember içinde çember, sanki inception. Deşarj olmak için birebir. O kadar insanın nasıl bir anda yan yana dizilip bir de halay çektiğini görseniz, hayret edersiniz. “Yok ben rock dinleyeceğim” derseniz Niçe Bar, yüksek bir noktada hem manzaraya hem şarkılara eşlik edeyim derseniz de Festa’ya gidebilirsiniz. Hepsinin kendi içinde konsepti ayrı. Öyle rahatsız olunacak bir durum da aklınıza gelmesin, İstanbul’daki barlar halt etmiş. Şaşırtıcı ama gerçek… Saat 1 olunca artık bünye daha fazlasını kaldırmıyor ve otele gidiyoruz. Ertesi gün dönerken Van’a bir türlü veda edemiyoruz. Yetmiyor öyle 2-3 gün aklınızda olsun. Gitmişken bu vadiye kurulmuş Yüzüklerin Efendisi kıvamındaki bölgeyi 4-5 gün ziyaret edin ki her yerini gezebilin. Bizden söylemesi sizden kaçıp gitmesi. 2014 hepiniz için harika bir yıl olsun.
İNCİ KEFALİ
Eğer Van Gölü’nde bir canavar yoksa bu sodalı suyun yaşayan tek canlısı İnci Kefali. Gölü besleyen tatlı su çaylarına her yıl akın eden bu Van’ın simgesi balık, bu tatlı su çaylarına yumurtaları bıraktıktan sonra göle geri dönüyor ve canını teslim ediyor. Sonra yumurtalar büyüyor ve ekosistem bu şekilde devam ediyor. Tam bir hayatta kalma mücadelesi… Gel gelelim yağda değil ama ızgarada oldukça lezzetli oluyor bu balığın yağlı eti.

Asla bahsi geçmeyen bu volkanik yapılar, Kapadokya’daki yapılarla benzerliklerinden dolayı bu bölgeye Vanadokya adı verilmesine neden olmuş. Israrla isteyiniz…

Van Kalesi
Yayınlandığı Yer: Cosmopolitan Türkiye