SİZİN SENDROMUNUZ HANGİSİ?
Aşırı ilgiden mi hoşlanıyorsunuz? Yoksa aşırı ilgi göstermekten mi yakınıyorsunuz? Kaçtığınız için mi kovalanıyorsunuz yoksa kaçanı kovalamaya mı bağımlısınız? Her ilişkinin, herkesin belirli sendromları var. Peki, sizinkisi hangisi?
İnsan sendromlarıyla, kompleksleriyle var. “Benim hiçbir kompleksim yok. Ben hayatla barışığım. En büyük derdim penguenlerin neslinin tükenmemesi…” yalanlarını bir kenara bırakalım. Şimdi, en azından bu yazı boyunca kendimize karşı dürüst olalım. Hepimizin aklında bir sevgili, bir ilişki modeli var. Hepimizin ilişkilerinin de artı ve eksileri var. Kimimiz tam olarak hayal ettiği kişiyle birlikte, kimimiz ise hala “ruh eşini” arıyor. Kimimizse öyle biri olduğuna bile inanmıyor. Uzayıp gider mükemmel eşin, “ideal aşkın” listesi… Peki, neye göre seçiyoruz sevgilimizi?
Ben-Gurion Üniversitesi’nde kişilik uzmanı olan Dr. Ayala Malach, Aşık Olmak: Sevgililerimizi Nasıl Seçiyoruz? adlı kitabında, “Çocukluktan ergenliğin son safhasına kadar karşılaştığımız sosyolojik ve psikolojik olaylar, partner seçimimize doğrudan etki eder” diyor. “Karakter oluşum aşamalarında karıştığımız yoğun etkiye sahip olaylar, kişiler ve ilişki modelleri, tercih edeceğimiz ilişki tarzını ve hayalimizdeki eşin çerçevesini çiziyor.” Daha anlaşılır haliyle; eğer ailemizde, etrafınızda ya da herhangi bir yayın mecrasında üzerimizde etki bırakacak bir kişi ya da ilişki tipi görürsek, onu rol model alıyoruz. Ya biz gördüğümüz kişi oluyoruz ya da gördüğümüz kişi gibi birini hayatımızda istiyoruz. Bunun için kendimizde belirli sendrom ve kompleksler geliştiriyoruz. İşler istediğimiz gibi gitmeyince de ya kendimize ya da karşımızdakine kızıyoruz. Halbuki asıl kızılacak yer sendromlarımız. Fakat hangi sendromlarımız?
FLORENCE NIGHTINGALE SENDROMU
1820 doğumlu İngiliz hemşire, 1854 yılında Üsküdar’daki Selimiye Kışlası’nda Kırım Savaşı sırasında yaralanan askerlere yardım eder. Askerler kendisine “Lambalı Kadın” adını verirler. Daha sonra Londra’da bir hastane kuran Nightingale, yaptığı yardımlardan dolayı adını tarihe yazdıran ilk hemşire olur. Aciz, yardıma muhtaç olana yardım etme azmi anlamına gelen Nightingale Sendromu da işte bu yardımsever hemşirenin ismini taşır.
İnsanlar dertleri olduğunda ilk size mi gelirler? Yoksa biri hastalandığında başında nöbet tutan “kronik refakatçi” siz misiniz? Partnerinizin sorunları olması sizi çok mu üzüyor? Ona yardım etmek, onu “iyileştirmek” mi istiyorsunuz? İnsanlara yemek yapıyor, hatta sadece onların doyduğunu görmek sizi de doyuruyor mu? “Çok anaçsın”, lafı size çok mu tanıdık geliyor? O zaman Nightingale kulübüne hoşgeldiniz. Çünkü siz, kendisini insanların dertlerini ve üzüntülerini çözmeye, insanları mutlu etmeye adamış bir hemşiresiniz. Artık “hep sorunlu insanlar bana denk geliyor” şikayetini bir kenara bırakıp derin bir nefes alabilirsiniz.
STOCKHOLM SENDROMU
Kendisini kaçıran, alıkoyan, kötü davranan kişinin yanında kendini daha güvende hissetme, o kişiye ilgi duyma ve içselleştirme haline Stockholm Sendromu adı verilir. Biz bu sendromu ta fiyortların ülkelerinden değil de en net şekilde “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisinden tanıyoruz.
Nils Bejerot’un bilimselleştirdiği bu sendrom adını, 1973 yılında Stockholm’da yapılan bir banka soygunundan alır. Bankaya giren soyguncular 4 banka görevlisinin üzerlerine dinamit bağlar ve onları pazarlık süresi boyunca mahsende tutarlar. Hem de 6 gün boyunca… Polisler sonunda baskın yapmaya karar verdiklerinde rehine olarak tutulan banka çalışanlarının soygunculara, polislerden daha çok güven duymaya başlamış olduklarını fark ederler. Elbette sonunda rehineler kurtarılır ancak uzun bir süre psikolojik tedavi görürler. İşte İsveçli psikiyatr ve kriminoloji uzmanı Dr. Bejerot da soygunda rehin alınan bu 4 banka görevlisi üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu bu sendromu bilim dünyasına katar ve olayın ismiyle anılmasına karar kılar.
Aslında gerçekten başa gelen böylesi trajik bir olay sonucu geliştirilen psikozlar psikiyatrlar tarafından tedavi edilmesi gereken kırılma noktaları olarak görülüyor. Çünkü işler bazen tecavüzcüsüne kaçmaya kadar garip 3. sayfa hikayelerine dönüşebiliyor. Gel gelelim herkesin sendromu bu kadar şiddetli değil ya da bu kadar trajik bir olaydan kaynaklanmıyor. Sizi reddeden kişiler daha mı cazip geliyor? İlişkinizde kurbanı oynamak, karşınızdakine karşı kendinizi güçsüz gösterip ilgisini çekmek hoşunuza mı gidiyor? (Tamam, herkes böyle taktiklere başvurabilir. Ben farkında olmayanlardan bahsediyorum.) Belki de karşınızdakinin size karşı mahçup olması hoşunuza gidiyor. Bunlar size tanıdık geliyorsa siz de İskandinav ülkelerinden gelen bu sendroma, az ya da çok, yakalanmışsınız demektir. Sizin bir “suçunuz” yok, en azından kimse sizi zorla kaçırmadan geliştirebildiğiniz için doyasıya tadına varabilirsiniz.
ELECTRA KOMPLEKSİ
Electra Sendromu, gene Yunan mitolojisinden esinlenilmiş bir sendrom olarak çıkıyor karşımıza. Sofokles ve Euripides’in yazdığı Electra kitabının başkarakteri, aynı zamanda Agamemnon’un kızıdır. (Biz Agamemnon’u Truva’ya yaptığı seferden ve Truva filminden az çok tanıyoruz.) Agamemnon, Truva seferinden dönünce ülkesinde başta karısının olmak üzere ailesinden birkaç kişinin de yardımıyla öldürülür. Elektra ise bu ihanetin peşine düşer. Tüm hikaye boyunca Elektra’nın annesine olan nefreti ve babasına olan özleminin onu sürüklediği psikozu okuruz.
Biz bunu kendi kültürümüzdeki halini biliyoruz. Erkek evlat anne ile, kız evlat baba ile daha iyi anlaşır. Kız çocuk annesiyle çekişir, erkek çocuk da babası ile çatışır. Elbet rastlamışsınızdır. İşte anne ile girilen rekabet ve çekişme halini, babaya duyulan hayranlık ve özlemi içeren bu sendrom, ilk olarak 1940’lı yıllarda Sigmund Freud’un takipçisi Carl Gustav Jung tarafından adlandırılmıştır. Özetle, babasının fiziki, sosyal ve/veya karakteristik özelliklerini ilişkisinde arama haline Elektra Sendromu ya da Elektra Kompleksi denilir. Bu sendromun tam tersine, yani erkek çocuğun anneye benzer bir hayranlık ve ilgi duyması, sevgilisinde bu özelliklerini arama haline de Oidipus Sendromu adı verilir. Biz bunu ülkemizde “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz” olarak da biliriz.
Çocukluğunuzdan beri annenizle asla babanızla olduğunuz kadar sıkı fıkı olmadınız mı? Yoksa siz de babasını bir kahraman olarak görenlerden miydiniz? Peki, sevgilinizin babanızla benzer yanları var mı? Belki de benzemedikleri noktada ona kızıyorsunuz? Hatta kaynana sendromu da ilişkinizin cabası durumunda mı? Tebrikler! Çok uzaklardan değil, yanıbaşınızdan, Atina’dan bir mitolojik karakterle aynı özellikleri gösteriyorsunuz. Sokak Elektra ve Oidipus dolu, çıkın ve arkadaş edinin.
ULYSSES SENDROMU
Biz bunu kendi aramızda, “Bağlanma Korkusu” olarak biliyoruz. Dilerseniz “Issız Adam Kompleksi” filan gibi daha yerel isimler de verebilirsiniz. Sendromun isim babası Yunan mitolojisinin en bilinen hikayelerinden Odiseus’un yazarı Homeros’tur. Gerçek ailesini bulmak için macera peşinde koşan Odiseus’un, mitolojik diyarlarda yolculuk yaptığı geminin adıdır Ulyses. Kahramanımız bir gün gemisiyle Ege sularında yolculuk ederken Sirenler’le karşılaşır. Biz onları deniz kızı olarak da biliyoruz. Belden aşağıları balık, yukarı kısmı güzel bir kadın. Gel gelelim yalnız denizcilerin anlattığı kadar seksi ve masum da değiller. İnsanı büyüleyen bir sese sahip olan Sirenler, yolculuk eden gemilere doğru şarkı söyler ve geminin rotasını kendilerini çevirir, sonrasında da kayalıklara sürükleyip gemiyi batırmaktadırlar. Aynı hikaye Odiseus’un başına gelince kahramanımız kendisini ve tayfasını yelken direğine bağlar. Sirenlerin şarkılarıyla kendilerinden geçen ve iplerden kurtulmak isteyen tayfadakilerin bir kısmı suda boğulur, bir kısmı da iplerden kurtulamaz ve hayatta kalır. İşte Ulysses Sendromu, yani “Bağlanma Korkusu” işte ismini bu hikayeden alır.
Mutlaka etrafınızda ciddi ilişkiden rahatsız olan, evlilikten korkan ya da ilişkisinde sevgisini tam olarak ifade edemeyen birileri vardır. Hatta bu siz bile olabilirsiniz, öyleyseniz de korkmanıza gerek yok. Bu sendrom, Peter Pan’la birlikte ABD, Kanada ve İngiltere’de en sık rastlananı… Issız ama yalnız değilsiniz…
PETER PAN SENDROMU
Neverland… Hiç büyümeyenlerin diyarı… Peter Pan’ı bilmeyen var mı? 1860 yılında ünlü İskoç yazar J. M. Barrie tarafından yaratıldığından bugüne onu duymayan çok az kalmıştır herhalde. Mitolojide asla büyümeyen bir çocuk tanrıya verilen Latince Puer Aeternus, yani Sonsuza Dek Çocuk isminden türetilmiştir. Sendromun kendisi de Peter Pan gibi asla büyümeyen, büyümeyi reddeden insanlar için kullanılır.
İlk olarak 1983 yılında Dan Kiley tarafından ortaya atılmıştır. Sendrom bilim dünyası tarafından bir hastalık değil, bir sosyal bozukluk olarak adlandırılmakta. Kiley, “Peter Pan davranış biçimi en sık orta yaş ve yaşlılığa geçiş döneminde gözlemlenebilmektedir” diyor. Siz isterseniz Antropoz ya da Menopoz da diyebilirsiniz. Gel gelelim aslında o kadar basit değil. Üstelik her yaşta karşılaşabileceğiniz bir sendrom bu. Size Kiley’in kitabından biraz durumu özetleyeyim.
Saçını kesmekten korkma, adrenalin bağımlısı olma, yaşça küçük insanlarla daha kolay anlaşma gibi özellikler bu sendromun temel belirtileri. Yoksa uzun saçlı, tehlikeli görünen, üzerinde “delikanlı” enerjisi taşıyan, fevri tiplerden mi hoşlanıyorsunuz? Yoksa “Baby Face” size daha mı çok hitap ediyor. Belki de kendinizden yaşça küçük kişilerden hoşlanıyorsunuz. Erkeklerin deyişiyle Lolita; kadınların arasındaki tabiriyle “Çıtır” sevgili size daha mı cazip geliyor? Evet, siz bir Peter Pan’sınız. Büyümeyi reddediyor ve daima genç hissediyorsunuz. Hiçbir zararı yok. Etrafınızdakilerin, “kendini rezil ediyorsun” yakınmalarına aldırmayın çünkü onlar yapamıyorlar. Ruhları yaşlanmış ve hayat enerjilerini kaybetmişler. Gel gelelim burası hiç büyümeyen fantastik karakterlerin diyarı Neverland değil. Burada büyümek zorundasınız. Hayat, büyümek için çok kısa, takıntılara sahip olmak içinse fazla uzun bir yer.
Şaman’ın Gemileri:
Sendromlarımızın olması demek, sendromların hayatımızı yönettiği anlamına gelmiyor. Üstelik sendrom sahibi olmanın bir kotası da yok. Bunların hepsine de sahip olabilirsiniz, korkulacak bir şey yok. Buna çok uygun bir hikaye var:
Henüz Amerika kıtası keşfedilmemişken yerlilerin devasa gemiler hakkında hiçbir fikri yokmuş. Yani bizim uzay gemileri hakkında ne kadar fikrimiz varsa, o kadar işte… Batı kıyılarında bulunan bir kabilenin din adamı, yani şamanı her gün kıyıya gelir ve ufka bakarmış. Bir gün denizde garip hareketler olduğunu fark etmiş ve bütün zamanını kıyıda, o hareketleri neyin oluşturduğuna bakarak geçirmeye başlamış. Sonunda, ufuk çizgisinde Kristof Kolomb’un gemilerinin geldiğini fark etmiş ve bir anda her şey netleşmiş. Daha sonra kabilesini de çağırıp kıyıdan onlara gemileri tarif etmeye başlamış. Denizin hareketleriyle Şaman’ın anlattıklarını bağdaştıran yerliler de artık gemileri görmeye başlamışlar. “Ha, görmüşler de ne olmuş. Bugün kaç kişi kalmışlar?” sorularına verecek bir yanıtım yok. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, eğer bir sorunun kaynağını fark ettiyseniz, artık gözleriniz önlem alacak kadar açılmış demektir.
Sendromlarınız tedavi etmeniz gereken hastalıklarınız değildir. Onlardan kurtulmak için deri bir koltuğa uzanıp çocukluğunuzu hiç tanımadığınız, sakin ses tonlu ve sürekli soru soran bir insana anlatmanız gerekmez. Sizin ya da karşınızdakinin sendromlarının farkına varmanız, kendinizi ve karşınızdakini anlamayı, doğru iletişim kurabilmeyi de beraberinde getirir. Kısacası kendini bilen, hayattan ne istediğini ya da kimi istediğini de bilir. Kendiniz olduğunuz ilişkiler yaşamanız dileğimle… Sendromla kalın…
Biliyor Muydunuz?
2010 yılında Dünya Sağlık Örgütü tarafından yapılan bir araştırmaya göre, aşırı ve gereksiz ilaç tüketimini, %77 oranla televizyon, gazete, dergi ya da internet yoluyla kendine teşhis koyan insanlar tarafından gerçekleştiriliyor.
Yayınlandığı Yer: Cosmopolitan Türkiye