LEZZETİN VE TAPINAKÇILARIN PEŞİNDE: GÜNEY FRANSA
Başıboş gezelim, yiyelim içelim, sabahlara kadar dans edelim, rehberden cevap alamazsak kendimiz öğrenelim, aman ne var ki sütunlarda, taş duvarlarda hepsi aynı işte turlarından sıkıldınız mı? O zaman tarihle, kültürle Michelin yıldızlı restoranlar ve ödüllü şaraplarla dolu otantik Güney Fransa turu tam size göre. Gezdim, gördüm. Yediğimiz içtiğimiz bize kalsın demedim elbette ve sizler için gün ve gün turu anlatmaya çalıştım. Bakın bakalım ne var bu tam teşekküllü turun içerisinde.
1.GÜN
Fransa’nın şirin ve binaların yapıldığı tuğlaların renginden dolayı “Pembe Şehir” lakaplı Toulouse’a iniyoruz uçaktan. KopTur’un sahibi Fikret Atalay da Fransız eşi Martin ile bize katılmış. Turun sahibi bile geliyorsa artık organizasyonu siz düşünün. Uzatmadan ve oyalanmadan 1,5 saat mesafedeki Albi’ye gidiyoruz. 50.000 kişinin yaşadığı mütevazi bir kent… Öyle çılgın gece eğlencesi durumları yok. Canlı müzik yapılan, Güney Fransa’ya özgü bir mekanı, bir de O’Sullivan isimli İrlanda konseptli barı var. Bol çeşme, bir de üniversite… Ancak tüm sokakları kültür ve kibarlık kokuyor. Hangi dükkana girseniz insanlar “Bonjour” (Günaydın) diyor. Cevap verene kadar da ısrarla gözünüzün içerisine bakmaya devam ediyorlar. Burada da hayaller aynı Türkiye’deki gibi: “Emeklilikte güneye yerleşeceğim” kafası Fransa’ya hakim. Hayat daha kibar, daha renkli, daha bir keşmekeşten uzak buralarda. Fransa’nın güneyinde kalan bu bölgelere Languedoc ismi veriliyor. Tüm bu bilgiler de kültür fışkıran, yıllarca Fransa’da kalmış, dünyanın dört bir yanını turlamış Cenk Bulut’tan geliyor. Sonuçta orada bulunan kimse Güney Fransalı değil. Bölgede bulunan en önemli kültürel olgulardan biri de Henri de Toulouse-Lautrec’in eserlerinin bulunduğu sergi sarayı. Siz Toulouse-Lautrec’i, Moulin Rouge afişlerinden tanıyorsunuz. Hani o üzerinde kankan dansı yapan kadınların olduğu, sarı ağırlıklı tonlardan oluşan afişler. Zavallı adamın doğuştan kısa ve güçsüz olan bacakları, atlara olan tutkusuna kurban gider ve sakat kalır. Ardından Paris’in arka sokaklarına yerleşir ve oradaki pavyonlarda bohem hayatı yaşamaya başlar. İşte bu dünyaca ünlü resimler de orada ortaya çıkar. Turu tamamlayınca bölgede bulunan Michelin yıldızlı şefin yemeklerinden tadacağımız L’Esprit du Vin isimli lokantaya gidiyoruz. Turdaki herkes ya yemek ya da şarap gurmesi bu arada… Lokantalar da bu minvalde oluyor dolayısıyla. İçerideki müşteriler en şık halleriyle, doymaya değil tadım yapmaya gelmişcesine oturuyorlar içeride. Elbette biz Türkiye’den gelenlerin masasında, “Ekmek yok mu? Ne var bizde zeytinyağının hasını yapıyorlar” gibi espriler eşliğinde afiyetle yemekler yeniliyor. Sohbeti de cabası… Yemek bitince Albi’de kısa bir tur atıyoruz ve ardından nehir kıyısındaki otele gidiliyor ve su sesi eşliğinde uyuyup sabah erkenden yola koyuluyoruz.
2.GÜN
İkinci günün ilk durağı peyniriyle ünlü olan Roquefort kenti… Peyniriyle meşhur olması öyle havadan gelen bir özellik değil elbette. Burası bir zamanlar yayla olan ancak depremler ve kırılan faylarla birlikte bir kısmı çökerek pek çok mağara ortaya çıkaran, etrafı kayalarla çevrili hale gelmiş bir bölge. Peynir de kent de ismini çevrili olduğu bu kayalardan gelen, Roque-Fort yani “Kayadan Kale” betimlemesinden alıyor. İşte bu mağaraların içerisindeki %90-95 oranındaki nem seviyesi, orada dünyaca ünlü peynirin üretilebilmesine imkan sağlıyor. Peynirin olayı zaten küflenerek farklı bir tada kavuşması. Buradan çıkar çıkmaz St. Afrique adında şirin bir kasabaya gidiyoruz. L’Hotel Moderne isimli otel ve restoranda biraz peynir, biraz kendine özgür şaraplar, lezzetli bir sohbetin ardından tapınakçıların günümüze kadar kendisini en etkili şekilde koruyabildiği kale ve içerisinde bulunan aynı dokudaki kent olan Couvertoirade’ye gidiyoruz. Burada 13.yüzyıla hızlı bir yolculuk yapıp, kalelerin içerisinde Orta Çağ’ın dokusunu hissettikten sonra ünivesiteler şehri Montpellier’e doğru ilerlemeye başlıyoruz. Montpellier tam bir öğrenci şehri. Tramvay sistemi ve ünlü meydanı Place de La Comedie’yi (Komedi Meydanı) dolduran kitle, sokaktaki sanatçı ve müzisyenlerle biraz Eskişehir’i andırıyor. Fransa’nın büyük şehirlerinden. Ancak büyük dediğime bakmayın 600.000 nüfuslu bir şehir. Ancak herkes oldukça şık giyimli… Çünkü 15. yüzyıldan beri burada alışveriş alanları var. Bir başka lüks alışveriş alanı da Polygone isimli merkez… Hızlı bir turun ardından gene birbirinden lezzetli yemekleri tatmak için Maison de la Lozere isimli şık bir restoranın avlusuna yerleşiyor ve yemeklerin ardından gençlerin kısa bir süre arasına karışarak otele dönüyoruz. Gençlerin bulunduğu bir şehir ancak sezon olmadığı için pek çoğu pub olan mekanlar saat 01:00’da kapanıyor. Meraklıları için Rue de Tessiers adındaki sokak, Asmalımescit’te olduğu gibi sokağa yayılmış masaları ve kokteylleri ile sizleri karşılıyor. İhtiyaç malzemesi almak içinse en uygun süpermarket Monoprix isimli bir marketler zinciri. Bu marketi Fransa’nın pek çok yerinde görebiliyorsunuz.
3.GÜN
Ertesi gün uyanıp tempolu bir kahvaltı ile altın oranla inşa edilmiş Antigone meydanında hızlı bir tur ve otobüse atlayıp Narbonne kentine doğru yola koyuluyoruz. Tüm otoyolların başında ya da sonunda sanat eserleri var. Rehberimiz Cenk Bulut hemen veriyor bilgisini. Fransa’da otoyollar özel sektör tarafından yapılıyor. Yapılan her otoyola ise mutlaka bir sanat eseri koyma zorunluluğu var. 1 saatlik yolculuğun ardından önce Roma, sonra Emeviler ve son olarak Şarlman zamanında Fransa’ya başkentlik yapmış olan Narbonne şehrine geliyoruz. İçerisinden bir kanal geçen şehir, 100 yıl savaşlarına yaptığı ev sahipliği, ardından tahıl işçilerinin zamanında çıkardığı isyan ve gösterdikleri direnişle meşhur. Burada yerel lezzetleri tadabileceğiniz ve satın alabileceğiniz bir de kapalı pazar bulunuyor. Roma’nın 2. kızı denilen bu kente Romalıların M.Ö. 2.yüzyılda geldiği söyleniyor. Pek çok sergi alanı ve sanat etkinliğine rastlamanız mümkün. Ancak hepsini burada anlatmak maalesef mümkün değil. Burayı da arkamızda bırakarak Clape platosundaki ünlü üzüm bağlarına ve bu bağların ortasındaki tadım yeri ve otele doğru ilerliyoruz. Muazzam bir manzara, kuş sesleri, temiz bir hava… Bir de şarap tadımı için uzun bir zaman… Zaten o kadar çok şarabı tatmak için kısa bir zaman düşünemiyorum. Tadım ve alışverişin ardından otelin hemen yanında bulunan Chateau L’Hospitalet restoranında caz müziği eşliğinde yemekleri yiyor ve yorgunluk daha fazla bastırmadan uyumaya gidiyoruz. Ertesi gün yolumuz uzun…
4.GÜN
Dördüncü gün 1.200 metre yükseklikteki Katar Kaleleri’ne doğru yola çıkıyoruz. İlerledikçe bulutlar altımızda kalmaya başlıyor. Sonunda öyle bir noktaya geliyoruz ki aşağıda ve etrafımızda hiçbir şey göremiyoruz. Elbette yağmurlu havanın etkisi var ancak et yemeyen, silah kullanmaya garibim Katarlar’ın buralara kadar çıkıp kale inşa etmeleri ilginç. Daha da ilginç olanı ise Albi’deki katliamın ardından buraya sığınan birkaç Tapınak Şövalyesi’ni de yok etmek için o kadar yüksekliğe çıkan Vatikan askerleri… Kalenin ismi Montseguire yani Güvenli Kale… Katarlar’la katoliklerin alaıp veremedikleri görüşleri de var elbet. Katarlar dualizmi savunuyorlar. Ekmek Hz. İsa’nın derisi, şarap kanıdır gibi felsefelere inanmıyor, günah çıkarmak için para vermeyi de saçma buluyorlar. Papazlara olan bu inançsızlıkları ve felsefeye olan yatkınlıkları, o dönemde cehaletten para kazanan Vatikan’ın sinirini bozuyor ve tüm Katarlar’ı yok ediyor ve mallarına el koyuyorlar. Oradan Carcasonne isimli bölgeye doğru yola çıkıyoruz. Burası iki farklı zamanda yapılmış iki adet surla çevrili bir şehir. Dış taraftaki surlar yuvarlak kulelerle çevrilmiş. Bunun bir örneği de Rumeli Hisarı’ndaki kulelerde görülebiliyor. Yuvarlak yapılmasının sebebi ok ve topların kare olan kulelere göre yuvarlak olanlara daha az zarar vermesi… Şehir içerisinde ve kilisede pek çok farklı mimari özellik göze çarpıyor. Bunun açıklamasını da gene rehberimiz Cenk Bulut getiriyor. O dönemlerde bu büyüklükte yapıların inşası birkaç yüzyıl sürebiliyor. İnşa sırasında taş ustaları atölyelerini inşaatın yanına kuruyorlar. Yüzyıllar geçip mimari ekol değiştikçe, yapılar da her yüzyılda farklı şekilde inşa edilmeye devam ediyor. Böylece Carcasonne’deki gibi her telden çalan mimari özelliklere sahip yapılar ortaya çıkabiliyor. Burada gittiğimiz restoran da gene Michelin yıldızlı, üstelik UNESCO tarafından korunmaya alınmış bir otelin restoranı. Otelin içerisinde başlı başına bir tarih var. Yemeklerin harika olduğunu söylememe gerek bile yok herhalde. Otelde 1909’dan beri kalanların kayıtları tutuluyor. Winston Churchill ve Kraliçe Elizabeth de otelde kalan isimlerden… Gün batımı ve yukarıdan şehrin manzarası ise paha biçilemez.
5.GÜN
Yüksek tempolu gezinin sonlarına doğru yaklaşıyoruz. Carcasonne’deki Orta Çağ atmosferinden çıkıp tekrar, ilk indiğimiz şehir olan Toulouse’ye gidiyoruz. Burada da tramvay kullanımı yaygın. Bunun sebebi ise yaşlanan Fransa nüfusunun yer altına inmek istememesi ve Paris’teki metro sistemlerinde güvenliğin yeterince sağlanamaması. İnsanlar artık otobüs, tramvay gibi toplu taşıma araçlarını tercih ediyorlar. Toulouse aynı zamanda Concorde uçaklarının ve pastel ithalatının da yapıldığı kent. O kadar temiz ve huzurlu ki çantanızı bir yerde bıraksanız arkanızdan biri yetiştirir, o derece… Yerlerde tek bir çöp ve izmaritin olmaması, oraya giden herkeste yere bir şey atmama kültürü oluşturuyor. Görkemli rönesans tarzı evleri de yağmur altında turlamanın ardından havaalanına gidiyoruz. Ağzımızda güzel bir tat ve kültürle dolup taşmış bir bünyeyi de yanımıza alarak…
Henri de Toulouse-Lautrec
1864-1901 yıllarında yaşamış Fransız ressam… Onun dönemine kadar ikinci sınıf olarak görülmekte olan afişin bir sanat olarak değer kazanmasını sağlamış sanatçıdır. Köklü bir Fransız aileye mensup olmasına rağmen yaşamını aristokratların arasında değil, aristokratların hor gördüğü kenar mahallelerdeki eğlence hayatının içinde yaşar. Buradaki ve özellikle Moulin Rouge pavyonunu anlattığı resimleriyle büyük üne kavuşur. 35 yaşında hayatını kaybeden ressam, kısa ömründe çok sayıda eser üretir ve Van Gogh gibi ressamlarla birlikte arka fonun önemini kaybettiği, sadece resimde öndeki kişi ve objelere odaklanılan art izlenimcilik (Empresyonizm) akımının en tanınmış ressamlarından birisi olur.
ROQUEFORT: AŞK PEYNİRİ
Ünlü peynirin üretim tesislerinin bulunduğu mağara 1842’den beri var. Toplamda bu bölgede 15 adet mağara bulunuyor. Burada üretilen Societe isimli marka ise 150. yılını kutluyor. Tesiste aynı anda 300.000, sezonda 1.400.000 adet peynir üretilebiliyor. 11 kat olarak tasarlanmış mağaraların her bir seviyesinde bekleme süreleri var. Özetle bir peynirin soğuk mağaralarda bekletilip sofraya gelmesi aylar sürüyor. Peynirin küf özelliğinden dolayı bir dönem AB tarafından üretiminin durdurulması isteniyor ancak Fransızlar aynı bizim kokoreçimize sahip çıktığımız gibi peynirlerine sahip çıkıyorlar. Bir de peynirin aşk hikayesi var elbette. Bölgede yaşayan bir çoban, esrarengiz bir kızla tanışıyor ve mağarada buluşmak üzere randevulaşıyorlar. Bizim çoban mağaraya elinde peynir, ekmek ve şarabıyla gidiyor. Ancak kızımız gelmiyor. Çoban kızı aramak için dışarılarda uzun bir süre geziyor. Gel gelelim kıza bir türlü kavuşamıyor. Aç bilaç mağaraya döndüğünde ekmeğin de peynirin de küflendiğini fark ediyor. Fakat o kadar aç ki dayanamıyor ve peyniri mideye indiriveriyor. Lezzetinin karşısında o kadar şaşırıyor ki tüm köye peyniri tattırıyor. Herkesin aşık olduğu tadı ticarete döküyor ve bugünkü Roquefort peynirinin hikayesi ortaya çıkmış oluyor. Anlayacağınız bizim çoban kıza kavuşamıyor ancak dünyaca ünlü bir peynirin mucidi oluyor. Fransa’nın bizim de ders kitaplarında sıkça rastlamış olduğumuz kralı Şarlman’ın (Charlemagne) bile sofralarında kullandığı peynir için uzmanından saklama ve kullanma tavsiyelerini de aldık. Peyniri sebze bölümünde, 4-6 derecede saklamanız gerekiyor. Yemekten 1 saat önce çıkarmak en iyisi. Bir de peyniri kendi kabı gibi alüminyum folyo içerisinde saklamak, uzun ömür için doğru çözüm.
NEDEN MOULIN ROUGE?
- yüzyılın sonlarında Paris’in içerisinde içki satılması epey yüksek vergilere tabi tutulmaktadır. Yani almak oldukça pahalı… Durum böyle olunca gelir seviyesi düşük olan ressamlar ve bohem hayatı seçmiş tüm insanlar şehrin dışındaki bölgelerde konuşlanır ve buradaki ucuz içki satışından faydalanırlardı. Bu durum ise Paris’in dışında, bugün dünyaca bilinen Moulin Rouge gibi kabarelerin ortaya çıkmasına neden olur.
TAPINAK ŞÖVALYELERİ
Herkes bir yerinden mutlaka duymuştur Tapınak Şövalyelerini. Belki Cennetin Krallığı’nı izlemiş olabilirsiniz, belki de ATV’de yayınlanan Kurtlar Vadisi’nde kulağınıza gelmiştir. Merak edenler için tarihleri hakkında kısa bir özet: Kudüs’ü ele geçirmek için Avrupa’dan yola çıkan askerlere verilen isimdir Tapınak Şövalyeleri. Burayı Hristiyanlık adına ele geçirdikten sonra oranın zenginliklerini de alıp Avrupa’ya geri dönerler. Tabi, zenginliklerle birlikte o dönemin parlayan ışığı Doğu’dan başka bilgiler, kültür ve aydınlanma da getirirler. Geri döndüklerinde o kadar zengindirler ki 13. yüzyılda tüm kiliseleri ceplerinden inşa eder, Fransa Kralı’na, Vatikan’a borç para verir hale bile gelirler. Kültürlerindeki farklılıklar ve Vatikan’ın kapalı ve karanlık yaşamını reddederler. Durum böyle olunda Vatikan ve Fransa kralı borçlarını silmeleri için kendilerini tehdit eder. Kabul etmeyince de Tapınak Şövalyeleri’ni yok etmeye başlarlar. Kimileri itiraflar ve yaptıkları ritüellerden dolayı büyücü, günahkar ilan edilir ve yakılır. Kimisi de işkenceye maruz kalır. Dönemin lideri Jacques de Molay’i meydanda asarlar. Fransız ihtilalinden sonra da devlet tüm tapınakçıların mallarına el koyar. Böylece hepsi dağılır ve kollara ayrılırlar. Ardından da yeraltına inerler. İşte komplolar da bu noktada başlar. Söylentilere göre tapınakçılar yeraltına inerken yanlarında zenginliklerini de götürürler. Belirli soylu ailelerden oluşan illuminati ve bu kapsamdaki gizli örgütler kurarlar. Hatta geride bıraktıkları hazineleri vardır diye 19. yüzyılda tüm şatolarda bir define avı başlar. Bilinenlerin hepsi de fos çıkar. Kullandıkları semboller ise bugün pek çok kurumsal kimlik ve logolarda bile gözümüze takılabilmektedir.
KONAKLAMA
Her gidilen şehirde Mercure adında bir oteller zincirinde konaklıyorsunuz. Otellerde WiFi var ve hiçbir ücret ödemeden kullanılabiliyor. Tüm oteller şehrin merkezinde. Kimisi Albi’deki gibi nehrin hemen kıyısında, kimisi şehrin meydanına 1-2 dakika uzaklıkta… Turun her yönü gibi otelleri de oldukça profesyonel. Tek Mercure zincirine ait olmayan otel ise uçsuz bucaksız şarap bağlarının bulunduğu Carcasonne’daki Chateau L’Hospitalet isimli butik otel. İnanın, havası da, bahçesindeki kuş cıvıltısı da, etrafındaki bağların manzarası da oradaki özel üretim şaraplar kadar paha biçilemez.
Birkaç tane gurme yemekle de olayı bitirelim…
Yayınlandığı Yer: Cosmopolitan Dergisi